
EL MiYENDiS
Silivri'de, 'çocuk
parkı' kisvesi altında faaliyet gösteren şer yuvasına şok baskın..!


İki üç sene öncesiydi... Beş kişilik kemik grupla (bi Serbülent'imiz eksikti), Necasettin'lerin
Silivri'deki yaz yorgunu yazlıklarında güzel bi haftasonu geçirmiştik - kışın gözünde hem
de..! Tek bir hattun kişinin dahi bulunmadığı, "Gelsin mangallar, gitsin alkoller..." durumunun da fazlasıyla
yaşandığı unutamadığım nadir tatillerimden biridir kendileri...
Herşey çok güzeldi yaa: Deli gibi et ve alkol alıp, midelerimiz indikçe yiyip içtik...! Maç yapalım
dedik bi ara, ama topumuz yoktu.. Ve atladığımız gibi arabaya, hayalet beldede açık bakkal aradık
uzunca bi süre (bu arada, Güven'in Rally kursunda öğrendiklerini o külüstür arabada tatbik etmesi de ayrı bi
olaydı..!)
Derken bulduk bi meşin yuvarlak... Saha patates tarlası gibiydi, ayağımızda 5 kiloluk
botlar vardı ama çok sıkı ve eğlencili maçlar çıkardık... Galibiyetleri unutup, önümüzdeki
maçlara bakmayı da unutmadık tabi...
Neredeyse tüm gece 'Katil Kim..?' adlı o gereksiz oyunu oynadık (elimizde bir tek o vardı...).
Tabii, üçüncü oynayıştan sonra gıcık kapıp, oyunun bildik tüm kurallarını değiştirmeye
başladık: Her seferinde başka bişey deniyorduk artık... En son hatırladığım, yanlış
tahmin yapıp oyundan çıkanların oyun tahtasına hayalet katil olarak geri döndükleri ve oyuna devam
eden diğer oyuncuları kıstırıp öldürmeye çalışmaları...
Bi ara, Serbülent'le canlı telefon bağlantısı da kurduk, ee ne de olsa "Kambersiz düğün olmaz..."
demişler... :)
Güven'in tüm haftasonu boyunca elinden düşürmediği maşayla paso şöminedeki ateşle oynaması
ve gece onikiden sonra açtığı (en sertinden) metal müzikle gaza gelip delirmesi de aklımda kalan diğer
ilginç ayrıntıları bu güzide tatilin...
Haa, bir de site çevresinde yaptığımız o küçük keşif gezisi var... Fotoğraflar herşeyi
anlatıyo zati, ah bir de İlim Bey'in (düşmeyeyim diye.!!) bacağımdan tutan o eli girmeseymiş
olsaydı ya kadraja... Bitirdi beni.!! (Ama hep böyledir
İlim Bey; ne zaman düşecek gibi olsanız, mutlaka gelir ve tutar sizi en sıkısından. Çok güzel
bi insandır velhasıl...)
Herneyse, o güzel tatili daha fazla hatırlayıp hüzünlenmeden (her güzel şeyin bir sonu vardır) bitiriyorum
yazımı - o haftasonunu birlikte geçirdiğim tüm dostlara sevgiyle...
Önemli Not: Bu fotoğrafların çekildiği sırada, arka
fonda Arapça bi yalellinin çaldığını ve tam karşımızda da çeşitli ABD liderlerinin
battal boy siyah beyaz posterlerinin olduğunu söylememe gerek yok sanırım..! :)

RiO KAÇKINI...
Efsane bir resimdir bu size sunduğumuz. Tamamen yokluklar için de çekilmiş ve tab edilmiş, ve bu sayfada
yayınlanmadan önce çok daha önemli bir olaya vesile olmuştur.

Kendileri bitirme tezim için hazırladığım
sunumun son sayfasıdır ve o sayfada ”after all those stormy nights, the sun shines again…” yazar…

TERBiYESiZLER
Einstein der ki,
“3 ncü Dünya Savaşı ne zaman, nerde ve kimler
arasında olacak bilemem ama 4 ncü Dünya Savaşı'nın taşlar ve sopalarla olacağı kesin”.
Şimdi diyeceksiniz ne alaka. Türkiye’nin en saygın
üniversitesinde saygın bir mühendislik eğitimi alan bu arkadaşlar üzerlerindeki okulu bitirme baskısı
dolayısıyla ne kadar a medeni hareket etmektedirler. İğrençler ya iğrençler, oha falan oldum yani…

BOWLING HATIRASI
Duncan & Connor & Watcher (Who wants to live forever..?)
Bugüne kadar bowling’e yatırdığım parayı bir kenara koyup biriktirseydim, şimdi İstanbul’un
yarısı benimdi... Benimdi de, o zaman da ne 200+ vurabilirdim, ne turnuvalara katılıp dereceler alabilirdim,
ne de o tırt labutlardan sinirimi çıkartabilirdim...
En önemlisi; eğer bowling oynamasaydım; Serbülent ve Necasettin’le geçirdiğim o süpper eğlenceli
zamanları ıskalamış olurdum..

Güzel günlerdi onlar..: Serbülent’le birlikte, giydiğimiz paltolardan dolayı oyunda kullandığımız
nick’leri Duncan ve Connor (bkz. Highlander) olarak seçmiştik... Bir de, bizi kollayan bi Watcher gerekliydi tabiy
ki, ve bu da Necasettin’den başkası olamazdı..!
Anlatılacak o kadar çok şey var ki aslında..: Solak olduğumuz gerçeğiyle yüzleşemeyen ablak
kızı mı anlatsam, yoksa strike veya spare olduğunda yaptığımız takım hareketlerini
mi..? Ya da, “Dokuz numara bayan topudur yanlız...” diye beni uyarma nezaketini gösteren denyo garsonu mu..?
Belki de sorulacak tek bi soru var: “Harbi tight olur di mi bunlar..?”
Bu oyunlar boyunca bizlere eşlik eden tüm doslara da burdan selam ederim... Bi de, Orçun’u bir kez olsun ayık
kafayla bowling oynarken görebilseydim... :)

KANKALAR
Miyendizler, Necasettin ve
korosunun konserlerini hiç kaçırmamışlar ve son konserinde de onu omuzlara alarak jübilesini yapmışlardır.
Niyazi’nin boyu öyle maki kadar değildir ve aşağıdaki konuşma yaşanmıştır.
Necasettin: Arkadaşlar,
bu konserimde de yanımda olduğunuz için teşekkür ederim.
Serbülent: Abi yalnız,
enstrüman yok demiştin, ben bi gitar gördüm orda.
Niyazi: (Elini göğsüne
vurarak) Dup dup duup…

KÜHEYLAN

1993 yılında
ailemize katılmıştın sen Küheylan. Babamın 30 yıllık hayat arkadaşı anneme bir
hediyesiydin. O yıllarda ne kadar da popülerdin değil mi sen. Kıçın biraz havada diye çok eleştirdiler
seni ama eleştirenlerin hepsi seni kıskanıyordu. Çünkü işte tam o dönemde rekabet edemeyeceğin Mercedes
ve BMW’den sonra senden daha iyisi yoktu be Küheylan. Tek eksiğin SX.AK yerine SX.A olmandı ama bizim aile
sera gazı yaymak istememişti be birtanem.
Ben sana ailemin
diğer fertlerinin verdiğinden çok daha fazla değer verdim Küheylan. Çünkü benim ehliyetim bile yokken okula
ve dershaneye seninle gitmek harika bir hazdı o yıllarda. Hatırlar mısın birlikte ne güzel hava atıyorduk
o şehrin kızlarına. Her ne kadar yaşadığımız şehrin muhafazakar olanakları
kızları bindirmemize izin vermese de, ikimize dışarıdan bakışları bile ne kadar mutlu
ederdi bizi. Çok emeğin vardı bende be Küheylan…
Sonra biliyorsun
yıllar geçti ve ben üniversiteye başladım. Bir an için senden vazgeçmeye niyetlenmiş ve babamdan yeni
bir araba istemiştim. Sana karşı ne kadar büyük bir vefasızlıktı bu değil mi Küheylan?
Ama şartlar değişti ve babam üniversitedeki hayatımın seninle birlikte sürmesinin daha doğru
olduğuna kanaat getirdi. Tıpkı eski günlerdeki gibi değil mi Küheylan. Ve sen baba hiç kızmadın,
üniversite hayatımı başka bir araba ile geçirme isteğimden dolayı bana hiç içerlemedin ve biz yine
eski günlerdeki gibiydik.
Lakin dünya değişiyordu
artık Küheylan. 80’li yıllardan sonra hayali ihracatla, banka hortumlarıyla zengin olan şerefsizlerin
çocukları büyümüş benim yaşlarıma gelmişti. Ve onlar yurt dışından milyonlarca dolarlara,
eurolara ithal edilen araçlara binmekteydiler. Kimse artık bizim yüzümüze bakmıyordu Küheylan. Senin havan bitmişti
artık. Ama sen direnmek istiyordun. Bütün teknolojik eksikliklerine rağmen direniyordun herşeyim. Direndiğin
zamanda elimize geçen fırsatları da ben tepiyordum nedense. Hoş onun nedenlerini İsmet Niyazi arkadaşa
sorsak o daha iyi bilir. Sırf bu nedenle birlikte yaptığımız bir yolculukta en sevdiği saatinin
camını senin döşemelerine dökmüştü hatırlarsan.
Ah be Küheylan,
direksiyon kutun sürekli bozuk olduğu için garç gurç ses gelirdi sağından solundan. Motor soğutma suyunun
borusu paslandığı için sürekli hararet yapardın hatta bir defa ben istemeden canını ve contanı
yakmıştım. O paslı boru ne kadar kötü kokardı, ama ben yine de o kokuyu çok severdim. Üç kuruşluk
teyplerimizi çalmak için az mı tecavüz ettiler sana şerefsizler, az mı camını kırdılar.
Çok yağmur yağdığında ön camdan içeri sızan su yüzünden sigortaların ıslanırdı
ve sileceklerin hiç kapanmazdı sigortalar kuruyana kadar. Çok başım ağrırdı ama yine de o ritmik
hareketten bile zevk almaya çalışırdım. Akün hep problemdi, bir defa debriyaj balatanı yaktım,
bir defa da frenin patlamıştı.
Ama bütün bunlara
rağmen sen beni hiç yarı yolda bırakmadın Küheylan. Bütün bu arızalar ve eksiklerine rağmen
ayağım hep yerden kesilirdi. Üstelik sadece beni değil bütün arkadaşlarımı da mutlu etmeye çalışırdın.
Öyle bir yürek vardı ki sende hepimize yeterdi. Bu yüzden seni hep çok sevdik Küheylan.
Gün oldu, devran
döndü ve ben üniversiteyi bitirdim. Tekrar ilk birlikteliğimizi yaşadığımız şehre döndük.
Her şey eskidi gibiydi derken biz ailece seni satma kararı aldık. Benim ve ailem için bunca yaptığından
sonra ne kadar vefasızlıktı bizimkisi değil mi Küheylan? Senin satışından elimize geçecek
para bizi ne zengin ederdi ne de batırırdı. Ama ben sana hep söyledim Küheylan, insan oğlu nankördür diye.
Sen de öyle bir kalp vardı ki Küheylan, satılırken bile bizi düşündün. Piyasa da senin modelin ve markan
olan bütün arabalara oranla çok daha iyi bir fiyatla ayrıldın bizden. Seni çok ama çok seviyorum. Bazen sokakta
seni görüp yanına gelmek istiyorum. Ama korkuyorum Küheylan, bir kere es kaza sana binersem bir daha hiç kimse seni benden
alamaz diye korkuyorum. Lakin artık yollarımız ayrılmak zorunda. Sen sana benden çok daha fazla değer
verecek birisin hak ediyorsun çünkü. Ama benim de bir çift son sözüm olacak.
Ben seni direksiyon
kutun bozuk, motor soğutma suyu borun paslı olduğu, sürekli hararet yaptığın için satmadım
Küheylan. Ben seni artık hayatıma girecek hiçbir kadının senin o güzelim pas kokuna, eskimiş döşemelerine, garç gurç eden direksiyonuna benim verdiğim değeri veremeyeceğine inandığım
için sattım. Ben sana olan sevgim ileride evleneceğim eşim tarafından hiçbir zaman anlaşılamayacak
diye sattım. Ve en önemlisi ben seni hiç de istemeyerek veda ettiğim üniversite hayatımı ve oradaki değerli
arkadaşlarımı sürekli hatırlamayayım diye sattım.
Kendine
iyi bak. Sahibine de söyle arada sırada motor suyunu tamamlamayı unutmasın, o borudan kaçırırsın
çünkü. Bir de seni çok fazla güneşe bırakmasın çünkü boyan dayanabilecek durumda değil, he bir de otostop
yapan kızlar olursa sahibin seni almakta hiç tereddüt etmesin. Sen ne yapar eder o kızları sahibine fit edersin…

|