
Hava
iyice kararmış, manzaradaki çıplak ağaçların arasından boğazda gezen teknelerin ışıkları
görünüyordu. İlk aylarda onları büyüleyen, şimdi ise pek bir şey ifade etmeyen bir görüntüydü bu. Üç adet
hayattan bezmiş adam ellerinde bira kutularıyla bankların üzerinde zaman öldürüyorlardı. Özkan Taksim’e
gitmeyi istemiş, ama olumlu yanıt alamayınca ailesinin yeni gönderdiği aylıktan ayırdığı
onlukla kalite bir kırmızı Doluca almıştı kendine, biradan önce içmek için. Yine kediler dolanıyordu
etraflarında. İki bank ötede kızlı erkekli bir grup, kahkahalar atıyorlardı, bir şey de
içmiyorlardı halbuki. Ama bizimkiler zil zurna sarhoş olana kadar içseler de bu kadar neşeli olamazlardı
hiçbir zaman. Mete yine son oynadığı oyunları en ince detayına kadar anlatıp bezdirdi diğer
ikisini. Özkan bilgisayar almayı planlıyordu önümüzdeki ay. Başkasının odasında film izlemekten
bıkmıştı. Bunun için bir zamanlar öğrenmek gayesiyle aldığı akustik gitarı da
satacaktı. Bizimki ise ne oyundan ne filmden zevk alır olmuştu. Tek yaptığı evde 37 ekran televizyonunda
gece yarısına kadar dizileri izlemek, bir de Ahmet’ten kalan mizah dergilerine göz gezdirmekti. İçki
içmekten bile fazla zevk almıyordu aslında. O yüzden yavaş içiyordu. Diğer ikisi odalarına doğru
hareket ettiğinde saat 1’e geliyordu. Mete gene bilgisayarın başına oturacaktı belli. Özkan
yine şarabı fazla kaçırmış, sallanarak yürüyordu. “İstersen bende de kalabilirsin”
dedi.
“Sağol
abi biz Meteyle iyiyiz, kıç kıça yatıyoruz, alıştık.”
Yine
Mete’de kalacaktı. Aynı yatakta, sırt sırta. Başka yatak yoktu ki zaten. Bu saatten sonra eve
de gidemezdi. Taksiyle Mecidiyeköy’e gece tarifesi. Aslında Hisarüstü’nde tutacaktı evi, Ahmet’le
tanışmasaydı. Ev arkadaşı gitmiş, yerine adam arıyordu Ahmet. Kira’nın üçte
birini istiyordu sadece. Büyük oda onundu çünkü. Bizimki düşünmeden kabul etti, babasına biraz yüzü tutacaktı
böylece. Yurt hayatından da bıkmıştı zaten. Altı kişi bir odada, ortalığı
pislik götürüyor, masanın üstünde küllerden tepecikler oluşmuş, sabaha kadar gürültü. Yurtta çoğu zaman
kafaya wolkmeni takıyor, müzik dinlerken uyuyakalıyordu. Şimdi en azından sessizlik ve huzur hakimdi eve.
Tabii Ahmet’in arkadaşlarını eve getirmediği zamanlarda.
Kalan
birasını da içip odaya çıktığında tahmin ettiğinin aksine Mete bilgisayar başında
değildi. Koridordan gelen loş ışıkta odaya şöyle bir göz gezdirdi, odada kimse yoktu. Yanlış
odaya gelmediğini de biliyordu, çünkü Mete’nin çok sevdiği şarkıcının posteri duvarda
asılıydı. Bu durumu merak etti etmesine de, iki gündür uyku uyumamıştı ve boş yatağı
da görünce daha fazla dayanamadı. Sadece ayakkabılarını çıkarıp yattı. Giysileriyle uyumaya
alışıktı. Mete birazdan gelir ve yatakta yer açmasını isterdi zaten. Kapalı pencerenin
altından giren rüzgar masanın üzerinden kül kokusu getiriyordu burnuna. Oldum olası sevmezdi kül kokusunu.
Tekirdağ’daki evlerinde oturma odasında uyuyordu geceleri ve babasının küllükte bıraktığı
izmaritlerin kokusu uyandırırdı onu kimi zaman. Aslında Tekirdağ için küçük bir ev sayılmazdı,
ama dört kardeş iki odaya sığamıyorlardı bir türlü ve en büyükleri olarak o, kanepede yatıyordu.
Çok da şikayetçi değildi bu durumdan, gece uyumadan önce televizyona bakıyor, eski Türk filmlerini izliyordu.
Aynı bugünlerde Mecidiyeköy’deki odasında yaptığı gibi.
Odanın
sessizliği onu yarı uykulu da olsa birşeyler düşünmeye itiyordu. Ne zaman gidecekti Tekirdağ’a,
ya da gidecek miydi? Daha ne kadar oyalayabilirdi evdekileri? Yoksa geçen seneki gibi bu sene de kalkıp gelir miydi annesiyle
babası? Gerçi annesi dönem başında gelmişti evi görmeye, ortalığı süpürüp temizlemeye.
Bu sefer iki kişi, ve belki kardeşlerden biri de, İstanbul havası almaya takılacaktı peşlerine,
bozacaktılar bizimkinin düzenini, rahatını. Bu kül kokusu da ne çekilmez şey, kalkıp külü dökecek
hali de yok. Sırtını dönüp kafasını duvara verdi. Saat 2’yi geçiyordu.
Sabah
hafif bir baş ağrısıyla uyandığında yanında kimse yoktu. Ama sandalyenin üzerinde
Mete’nin gömleği duruyordu, demek ki Mete bir ara odaya gelmişti. Ne olduğunu tahmin etmeye çalıştı.
Adam başka odadan elemanlarla içmeye devam etmiş olabilirdi. Ya da “eski” kız arkadaşı
Hande yine bir sinir krizi esnasında Mete’yi yanına çağırmış olabilirdi. Zaten oyun gibi
bir ayrılıp, bir birleşiyorlardı. Mete belki de en yakın arkadaşı olmasına rağmen
artık hiç ilgilenmiyordu bu konuyla. Tutulacak yanı kalmamıştı olayın. Yataktan doğrulup
ayakkabılarını giydi. Kahve suyu ısıtmak için su ısıtıcısına yöneldi ama
diğer yatakta yatan top sakallıyı görünce vazgeçti. Onu uyandırıp gözgöze gelmek istemiyordu. Montunu
alıp odadan sessizce çıktı.
Yurt
kapısındaki serin havayı içine çekti. Sabahları oldum olası severdi. Başlangıçlar her zaman
bitişlerden daha çok hoşuna giderdi. Zor dönemlerin başlangıcı bile olsa. Okula ilk başladığı
dönemdeki heyecanını hatırladı. Şu anda ayak bastığı güney meydana ilk gelişini.
Büyülenmişti o gün. Kendi gibi İstanbul dışından gelenleri spor salonunda yatırmışlardı.
Sabah herkesten önce kalkıp bütün kampüsü gezmişti. Oradan da Bebek’e inmişti, sahile. Bütün gün yürümüştü
sahil boyunca. Her dönem başında yapıyordu bunu. Eşyalarını yurda bırakır bırakmaz
soluğu Bebek’te alıyordu. Bir sigara yakıyordu hemen. Boğazdan geçen gemileri, tankerleri seyrediyordu.
Kaçıncı sınıfa kadar sürmüştü bu?
Manzaraya
doğru yürüdü. Kampüs artık iyice boşalmıştı, banklarda bir Allah’ın kulu yoktu. Sonra
yanıldığını farketti. Biraz uzakta gözlüklü, beyaz kabanlı bir kız oturuyordu elinde kitaplarla.
Sınava girecekmiş gibi endişeli bir hali vardı kızın. Tahminen sözel bir bölümde okuyordu: Felsefe,
Tarih, ya da belki Sosyoloji. Her geçen gün daha çok özeniyordu bu bölümlere, nasıl olduklarını tam olarak
bilmese de. Kendisi okuduğu mühendislikten hiç de beklediğini bulamamıştı. Belki de henüz çok az
bölüm dersi almasıydı sebep. Şu matematiklerle fiziklerden bir türlü kurtulamamıştı. Bu dönem
biteceğini umuyordu, ama finallerden sonra pek de ümidi kalmamıştı. Derslere girmek de, ders çalışmak
da çok zor geliyordu. Zaten derse girdiği zaman gidip en arkaya oturuyordu. Hocanın anlattıklarını
hiç mi hiç dinlemiyordu. Oysa ilk girdiği dersi hatırladı: Dersten önce gidip sınıfın önünde
beklemişti, kapıdan içeri bakmıştı sonra sabırsızca, içerdeki hoca gülümsemişti ona.
Aynı hoca onun dersine de girmişti. Sadece tahtada yazanları değil, hocanın ağzından çıkanları
da not alıyordu. Hocanın sorduklarına bir kaç defa cevap vermişti hatta. Şimdi ise neredeyse hiç
not tutmuyordu. Fotokopi notlardan da bir şey anlamıyordu. Sınavdan önceki gece çalışıyor, hiçbirşey
anlamadıysa sınava girmiyordu bile. Bu dönem de Statik dersini bırakmıştı daha baştan.
Hani şu ikinci sınıfların aldığı Statik dersini. Bunu düşününce güldü acı acı.
Banka ayağını dayamış, cep telefonuyla oynuyordu. Mete’yi aramayı düşündü, sonra
vazgeçti. Hande’nin yanındaysa zaten gitmek istemezdi, Hande’yi oldum olası sevememişti. Hande
de kendini sevdirmek için bir şey yapmamıştı zaten.
Beyaz
kabanlı kız banktan kalkıp bizimkinin arkasından geçti. Kalın bir vücudu vardı, arkadan toplanmış
siyah saçı yuvarlak yüzünü daha çok belli ediyordu. Öyle suratına bakılacak bir şey değildi, güneyde
gördüğü bir çok kızın yanında. Gerçi onların da çoğu makyaj harikasıydı.
Sınavlardan
sonraki ilk boş günüydü bugün, yapacağı önemli bir şey yoktu. Sınav sonuçlarını beklemek
de heyecanlı bir süreç değildi artık onun için. Sadece matematiğin sonucunu merak ediyordu ve kalması
durumunda hocayla konuşmayı düşünüyordu, fazla faydasının olmayacağını bile bile.
Sadece arkadaşları “Oğlum niye hocayla konuşmadın? Konuşsaydın geçirirdi seni”
demesinler diye. Nasıl geçirecekti hoca, bu saçma sapan çan eğrisi sisteminde?
Güney
meydana rektörlük binasının yanından çıktı. Birisiyle karşılaşmak istemiyordu bu saçı
sakalı dağılmış haliyle. Çoğunlukla bu hale geziyordu ortalarda halbuki. Eskiden saçını
yapmak için yarım saat daha erken kalkardı. Şimdi onu da bırakmıştı. Derse girmeye kararlıysa
kırk dakika önce kalkıyor, on dakikada hazırlanıp çıkıyor, on dakika otobüs durağına
yürüyordu. Şansı varsa yirmi dakikada derse ulaşıyordu ki, bu genelde başaramadığı
bir şeydi. Derse girme hevesi de gidip geliyordu yol boyunca, on dakika falan geç kaldı mı sınıfa
bile çıkmıyor, doğrudan kantine ya da steplere gidip oturuyordu.
Yokuştan
kuzeye doğru çıkarken birkaç tanıdık yüzle karşılaştı. Ama selamlaşmadı
onlarla, hatta görmezden geldi. Bunların arasında bir zamanlar muhabbet ettiği insanlar da vardı. Ama
birkaç ay görmeyince herşey sıfırlanıyordu. Sonra birgün aynı ortamda bulunmaktan dolayı mecburen,
“Ya, biz Serhat’ın doğumgününde tanışmıştık sanırım” şeklinde
birkaç cümle sarfediliyor, sonra yine kopuluyordu.
Mühendislik
binasının yanından geçerken, Akışkanlar Mekaniği dersinin notunu öğrenmeyi düşündü.
Final daha belli olamazdı ama en azından ödev notlarını bilmek geçme-kalma konusunda bir fikir verebilirdi
ona. Hocanın kapısında notlar asılı değildi. Asistanların odasına yöneldi. Tam o sırada
dersin asistanı odadan çıkıyordu.
“Merhaba,
akışkan ödev notlarını öğrenebilir miyim?” dedi saçları genç yaşta dökülmüş
asistana.
“İsminiz
neydi, listeden bakalım” diye karşılık verdi asistan. Bunun üzerine arkadaş ortamında
hiç kullanmadığı ismini söyledi bizim genç mühendis adayı:
“Necasettin.”
Devam
Edecek...

NOT FOR CHILDREN
UNDER 17
Sir
Vlad The Impaler'i takdimimdir...

Hüküm sürdüğü dönemde, 40 ila 100 bin civarı insana iğrenç işkenceler çektirerekten
15. yüzyıla damgasını vuran nevi şahsına münhasır deli şahsiyet Kont Dracula (nam-ı
değer Kazıklı Voyvoda), işte huzurlarınızda… Yeri geldiğinde kurbanlarının
kanını içen, çokça da kazıklara oturtan bu vahşet abidesi; Vlad Dracula olarak da bilinmekte – ki
bu, ‘şeytanın oğlu’ demek imiş…
Günümüzde bile birçok Romen vatandaşın gözünde çok çok iyi bir vatansever olarak kendine
güzel bir yer edinen bu Romanya Prensi’ni; döneminden seriller sonra bazı aç gözlü kapitalist mihraklar figürleştirip,
çılgın bi sanat eseri haline getirmiş…
Velhasıl; FRP manyaa biri olarak da bendeniz; günler boyu yemedim içmedim ve gaptım bu
figürlerden birini…
Şu anda, monitörümün sol tarafında 8 inç’lik bi ‘Vlad the Impaler’ durmakta…
Necasettin’i bilmem ama, Serbülent’in kopacağından eminim. Seni barbar, seniii..! ;)
İlgilisine küçük bi not: “İstanbul, neden İstanbul..?” sorusuna bu iyi
bi cevap sanırım - keza, İzmir’de yok böyle şeyler meselaa…


Güney
meydanın ortasından geçen yolda yürüyordu kahramanımız. Ellerini montunun içine çekmiş, beresini
takmış, Hisarüstü’nün soğuk esintisine küfürler ede ede gidiyordu. Yine kötü geçen bir sınav, ama
yine finallerin bitmesinden sonra gelen o garip rahatlık vardı içinde. Boşalan bir yay misali çılgınlar
gibi eğlenmesi gerekiyordu şimdi, ama en fazla yapacağı 1. Yurt’ta bir kankanın odasına
gidip muhabbet etmek, hava kararınca da manzarada bira içmekti. Taksim’e gidelim demezlerdi inşallah, para
kalmamıştı çünkü.Yurdun kapısına gelince durdu. Birinci katta Serdar’a ya da üçüncü katta Mete’ye
çıkacaktı, başka da kimse yoktu. Ön cephede yine koca koca afişler. Asmalı Konak dizisini oyuncularıyla
Tea and Talk, Filanca klübünden sertifikalı Information Management vs. semineri. “Ya, bir kere gitsem mi acaba
şunların birine?” diye geçirdi yine içinden. “Ulan mezun oluyoruz, saatli binadan adım atmadık
içeri.” İlk sene ne kadar hevesliydi oysa, o klübe de gideceğim, bu klübe de, futbol takımına, o
da olmadı basket takımına girdik mi tamam. N’olmuştu o hayaller? Bezginliğe, miskinliğe
mi kurban gitmişti o kadar zaman?

Melis
geldi tam o sırada gülerek. Serdar’ın kız arkadaşı. Naber, nasılsın şeklinde
kısa bir muhabbetten sonra “Nereye?” diye sordu güzel gözlü Melis’e. Serdar’ın yanınaydı
tabii ki nereye olacak. “Ben de bi arkadaşı bekliyorum” dedi bizimki. Melis de yukarı çıkarken
ona “İçerde beklesene, üşüyeceksin” dedi. Aman da ne kadar düşünceliydi bu Melis. Montunun cebine
soktu elini, silgiyle kalem vardı cebinde. Zaten bütün sınavlara başka birşey götürmezdi. Bir kalem, bir
silgi. Millet sınavdan önce arşivden soru anlatıyordu birbirine. Arşiv de almamıştı bu
sefer. Ahmet’te olsaydı, belki ondan alır bakardı, ama Ahmet’te de yoktu. E, o zaman Allah Kerim
deyip girdi sınava. Birşey yapamadı tabii.
Evet,
Serdar seçeneği elendiğine göre, fazla düşünmeye gerek yok. Mete’ye çıktı. Odaya girdiğinde
Mete yoktu. Öbür eleman yatıyordu yatağında, Mete’nin yeni oda arkadaşı. “Mete duşa
indi, gelir şimdi” dedi, “Bekle biraz”. “Yok beklemiyim, başka yere uğrayacam”
dedi ve çıktı. N’apacak şimdi? Sosyete kantine inecek. Bir çay alacak, öyle takılacak. Kantinde
boş masa çoktur, finaller bitmek üzere, herkes gitmiştir. Çayını aldı, gitti en köşedeki masaya
oturdu. Yan masadaki kürk yakalı kız, arkadaşına Norveç’e öğrenci değişimine gitme
hikayesini anlatıyordu. Bizimki ise Tekirdağ-İstanbul arasındaki 3 saatlik yoldan başka gezi yapmamıştı
son 4 senede. Sabah annesi arayıp “Ne gün geliyorsun?” diye sormuştu. “Finaller haftaya bitiyor”
diye yalan atmıştı gene. Ne işi var Tekirdağ’da, küçücük evde.

Saat
4, çayın yarısını içmeden kalktı. Odaya gittiğinde Mete yine yoktu, hayret birşey. Amma
uzun yıkanıyor bu herif. Odadaki elemana gıcık olduğu için hiç konuşmadan Mete’nin dolabını
açıp eski bir Leman buldu. Pencere açmıştı top sakallı bu soğukta, üstüne de yorganı çekmiş
kitap okuyor. Bazı insanlara bir türlü ısınamıyordu, bu çocuk gibi, hatta bazılarına durup dururken
nefret besliyordu, bölümdeki uzun boylu asistan mesela. Ortamlardan kaçıyordu
hep, dolayısıyla sadece 2-3 arkadaşı vardı. Mete ıslak saçlarla odaya girdi. Koşa koşa
gitti, pencereyi kapadı. Sonra dönüp “Nasıl geçti lan?” diye sordu.
“Bir
soru yaptım. Arşiv sormuş hep.”
“Oğlum,
demedim mi sana hıyar?”
Ondan
sonra arşiv alırdın almazdın, alıyorum bi kenarda duruyor, şeklinde her sınav sonrası
yapılan geyikler. Konu kapansın diye bizimki sordu hemen:
“Senin
kız nooldu?”
“Gelmedi
ki klübe.”
“Oğlum,
klübe gelmesini bekleme. Study’de hep görüyorum ben onu.”
“Ya
tamam oğlum, planlarım var benim de.” dedi Mete. Saçını kuruladıktan sonra, “Özkan’ı
arıyorum, gelirken bira alsın, sen ne istiyosun? diye sordu.
Devamı var...

|
 |


Meraba, ben İsmet Niyazi...
Niyazi bir de sana şunu upload ediyorum: 3========D Uygun bir yere koyarsın artık…
Güzellik kavramı üzerine sayfada çıkan bütün tartışmaları görünce arwen resminin buraya çok
iyi oturduğuna karar vermiş bulunuyorum...

|
 |
|
 |
|
|